30 Ekim 2013 Çarşamba

SATRANÇ
Zeka ürünü bir kitap, işkencenin boyutları ve doğurdukları...
 
                OLİVER TWİST

                Çok acıklı bir kitap, okuması çaba gerektiriyor.

BRONTE KARDEŞLER

UĞULTULU TEPELER VE JANE EYRE

İki kardeşin dramatik hayat hikâyeleri, kitaplarına birer yansıma olmuş nitelikte. Klasiklerde, yazarın hayatına göz atınca, çoğu kitaplarında yazarın hayatından kesitler bulmak mümkün. Kitaplarını kendi ruhlarıyla besliyorlar, sonunu da olmasını istedikleri ya da olmadıkları gibi bitiriyorlar..

Kitaplar hakkında uzun uzun yorum yapma isteği yok içimde. İşleyiş bakımından toplumsal sorunlar ya da o dönemin çağı hakkında bilgi verici nitelikte değil. Buram buram  aşk kokan bir kitap. Şimdiye kadar okuduğum klasikler içinde Romantizm akımının en güzel örneklerinden. 

Jane Eyre kitabı Uğultulu Tepelerden daha popüler ama bence kesinlikle Uğultulu Tepeler çok daha güzel. Bronte kardeşler erken ölmüşler. Şaşırdığım bir nokta da o yaştaki birinin nasıl böyle bir roman yazabildiği… Jane Eyre gayet klasik bir aşk hikâyesiydi, mürebbiyenin patronuna olan umutsuz aşkı ardından gurur, kaçma, tekrar birleşme… Fakat Uğultulu Tepeler’i yazan kardeş daha küçük olmasına rağmen vahşet, öfke, acımasızlığı da aşk, sevgi kadar kusursuz işleyebilmiş. Ayrıca, bir kadın yazarın erkeğin gözünden de kin, öfke, vahşeti anlatabilmesi çok çok başarılı buldum.
 

DUMAN –TURGENYEV

Kitap okurken aradıklarım (daha doğrusu aramadıklarım) değiştikçe, bakış açım da değişti. Bir yıl önce okumuş olsam bu kitabı -belki daha da yakında- sadece kahramanın aşk hayatını anlattığı bölümleri merak edip muhtemelen de bittiğinde sıkıcı bir kitap olarak aklımda kalırdı.

Oysa şimdi okurken çok keyif aldım. Kitap kısaca Rusya da gerçekleşen toprak reformundan sonra, bu durumun taşrada yankı bulmasını anlatıyor. Bu yeni reformun ardından gelen belirsizlik, ümitsizlik, uygulanmasında aksaklıklar ve tabi ki dönemin aristokratları tarafından eleştirilmesi sürecinden bahseder. Zaten bu aristokrat çevrenin fikirlerine bolca yergilere yer verilir.  Turgenyev  de, Rusya’nın bu sıkıntılı süreçten kurtuluşunu; Avrupa’daki ilerlemeleri takip edip benimseyerek olacağına inanırken, aristokratlar da Rusya’nın kaderinin yine kendisi belirleyebileceğine inanır. Burada da “gelenek “ve “uygarlık” kavramları çatışmasından bahseder. Uygarlığı savunanlar (ki bunlar çok azmış) Rusya’nın bilgisiz, yetersiz olduğunu, Demokratikleşmeyi eleştiren generallerinde ilerleme adına hiçbir şey yapmadıklarını söylüyor. Zaten kitapta çok fazla Almanca, İngilizce ve Fransızca cümleler çevirisizce bulunuyor. Buradan bile yazarın batılılaşma fikrine ne kadar çok özendiği belli oluyor. 

Bana felsefede bir düşünceyi hatırlattı, geri kalmış toplumlar için. O toplumun ilerlemesini, ilerlemiş ve üstün özelliklere sahip başka bir toplumun tüm niteliklerini olduğu gibi benimsemek.  Girdileri ve çıktıları çok tartışılacak bir durum elbette.

Kitapta da, bundan yola çıkarak içgüdü ve akıl kavramlarını sorguluyor. Hatta içgüdüyü savunanlar için yerici nitelikte güzel bir karınca örneği var.  Kendini desteklemek için de şu cümleyi yazmış “Akıl varken en yüksek içgüdü bile insan için bir değer ölçüsü sayılamaz.” Gelenekçilerin savunduğu düşünce ise, batıcılık fikrinin kendi kültürlerini yozlaştırıcı olacağı yönünde…  Ayrıca pozitif bilimleri de küçümsediklerine bir örnek de verilmişti.

Kitapta gerçekçi ve gelenekçi fikir akımlarının ciddi çatışmasına güzel örnekler sunulmuş.

Yazarın hayatını okuduğumda, kendi fikirlerini yazdığı o dönemde çok fazla eleştiri almış. Hatta kitapta ara ara bu düşüncelerinden dolayı arkadaşına utanmaması gerektiğini söylüyor. Toprak reformu fikirleri de dönemin Prensini etkilediği yazıyor. Turgenyev’in bu kitabında, kahramanın yadırganan batıcılık fikirleri ile toplumu çalkantıya uğratan ve düşünce reformu ile yepyeni bir eleştiri konusu oluşturması, bana Osmanlı da Jon Türkler’i hatırlattı. Demek ki her ülke geri kaldığını kabul edince benzer aşamalardan geçiyor…

TILSIMLI DERİ

Balzac’ın İnsanlık Komedyasından Felsefi incelemeler adı altındaki kitaplarından birisi. Balzac’ın toplumsal sorunlar veya aşk temalı kitaplarından sonra kitabın konusu çok ilginç geldi. Bilim-felsefe-mistik kurgular ile içiçe bir kitap.

Kitabın özeti; romanın başkahramanı, yoksulluk içinde yaşayan genç Fransız ressam Raphael’dir. Tüm parasını kumarda kaybeden Raphael, aynı zamanda açlık, yoksulluk, anlaşılmamazlık, yalnızlıkla, başarısızla geçen bir hayattan kaçmak için son çare olarak intihar etmeye karar verir. Bunun için havanın kararmasını bekleyen Raphael, bu esnada oyalanmak için bir antikacının dükkânına gider. Antikacı ona, üzerinde Arapça yazıların yer aldığı ve tüm istekleri karşılayabilen bir deri armağan eder. Fakat tılsımlı deri, yerine getirdiği her istek karşılığında, kişinin hayatını da kısaltacak; genç adam da böylece, isteklerine kavuşmayı kısalan ömrüyle ödeyecektir. Raphael de alaycı bir şekilde kabul eder hediyeyi çünkü zaten az sonra intihar edecektir. Kapıdan çıktığı an ilk dileği gerçek olur ve intihar fikrinden giderek uzaklaşır. Bu arada her gerçekleştiği, kalpten çok arzu ederek hissettiği her düşünce için deri parçası giderek büzüşür ve ömrü de kısalır. Pauline’e aşık olan kahramanımız, deri parçası büzülmesin diye içinden geçenleri söyleyemez ve  derinin küçülmemesi için bir çok bilim adamına götürür. (Bu sırada geçen bilmsel konuşmalarda ilgi çekiciydi.) Pauline ise o kadar saf karşılıksız sever ki, ömrünü onun ömrüne vermeye hazırdır.

Kitabı gerçekten çok beğendim. Düşündürdükleri ayrı güzeldi benim için. Mesela basit bir detay ama bu deri parçası; tılsımın yazılı olduğu deri eşek derisi… Hatta kitapta bilim adamları bunu söylediğinde Raphael küçümsüyor. Ama özel bir yaban eşeğinden bahsediyor ve derisinin de çok kıymetli olduğundan. İlginç olan, Raphael önce tılsımı (alfabeyi bile) sonra da eşeği küçümsedi ama kaderi bunlara bağlıydı. Çok etkileyici bir sonu vardı.

Kitaptaki çocukluğu ile ilgili anılar, baba figürü ve oğlu için öngördüğü eğitim hayatı, kahramanın ise kendi hayallerinden bahsetmesi otobiyografik tarzdaydı. Ayrıca, kahraman dilek tutarken zengin olmayı dilemişti, zengin olunca da insanları aşağılayarak kendini yüceltmeye çalışmıştı. Tıpkı Balzac’ın yaşamındaki gibi, para kazandığı zaman lükse kaçacak harcamalar yapmış; dışlanmışlık, fakirlik tüm bunların acısını da kendini toplumdan üstün tutarak çıkarmaya çalışmış.  Kitapta geçen diğer bir karakter Feodora; umursamaz toplumu ve Pauline ise bakır saf bir aşkı temsil ediyor

 

 

 

9 Ekim 2013 Çarşamba


     GORİOT BABA

     Balzac, romantizm akımından gerçekçilik akımına geçişte klasik romanın kurucusu kabul edilirmiş. Gerçekten, Vadideki Zambak da romantizm akımının etkileri çok fazla hissedilirken bu kitabında zaman zaman yine uzun tasvirlere yer verse de;  bu tasvirler güzelliklerden ziyade objektif şekilde mekân veya kişi tasvirleri oluyor. Gözlemci bir dil ile gerçekler abartısız yansıtılıyor.  Arada küçük müdahaleler ile okuyucuya geleceğe dönük bilgiler veya dipnot veren dili de her zaman sevmişimdir.

     Kitabı yine eski basımlardan şaheser basımdan okudum. Kitabın başında gayet detaylı yazar ve hayatı hakkında bilgiler yazıyordu. Balzac annesi tarafından istenmediği için sürekli yatılı okullarda büyümüş. Kitaplarında mutlaka bir aile sevgisine değiniyor ama bu sefer sevginin sınırlarının uçurumlarında dolaşmış. Babanın iki kızına hayranlık derecesinde sevgisi, ilgisi hatta kızların utanmasından dolayı görünmek istemedikleri babaları arasındaki çarpık, saplantılı bir ilişkiden bahsediyor. Ayrıca gönüllü bir şekilde kızları tarafından iliklerine kadar kurutulan bir babanın hikâyesinden… Kızların güzelliğinin yaratıcısı olduğunu düşünüp, kızların yaptıkları her aşağılamaya rağmen onlardan gurur duyması da ciddi bir narsistik aslında!

     Kitabı ismi her ne kadar Goriot Baba olsa da, aslında en çok bahsi geçen kişi Eugene’dir. Ama onun isminin o kadar çok geçmesinin sebebi de yine Goriot Baba’dır. Ona duyduğu sevgi ve minnet yatar altında. Yani kahraman Eugene gibi görünse de, Eugene’in Goriot Baba ile hayatında köprü kuran bağlar, onu ciddi bir ahlaksızlıktan, kalp hırsızlığından kurtaracaktır.

     Genelde kitaplarda ailede illa ki bir sevgi bağı olacaksa bu anne olur. Ama burada babanın fedakârlığını konu alması ilginç gelmişti. Hayat hikâyesinden yola çıkarak, ailesi tarafından istenmeyip,  yıllarca sürgüne gönderilen bir çocuğun gözüyle, belki de bu durumun antitezi düşünülmüş. Aksi bir senaryo ile aşırı ilgili bir baba kurgulanmış ve onda da mutlu bir aile olamayacağına inandırmak istemiş olabilir kendisini. Yani her iki şekilde mutsuz bir aile...

27 Eylül 2013 Cuma




   Hayatımda okuduğum en ilginç kurgulu kitaplardan biri. Bazen okurken bunu bende düşünebilirim derim ama asla böyle bir sanat-bilim disiplinerarası yaklaşımı asla düşünemezdim. Beethoven’a bir matematik denklemi ya da Sokrates’in bir düşüncesini yerleştirmeyi asla akıl edemezdim. Süper bir kurgu. Hayal gücümü zorlayan bir kitap oldu.


   Kitabın dilini 'Büyülü Dağ'a çok benzettim. Olayı anlatırken, arada müdahaleler, açıklayıcı veya ileriki döneme ait bilgiler.. Etkileyici bir dildi. Ayrıca araştırma yaparken Thomas Mann ile yakın arkadaş olduklarını öğrendim. Aynı etkiyi yakaladığımı hissetmekte çok özel oldu benim için.
Kahramanın yetim olması, hiç bir dini inanç, zenginlik, mal mülke sahip olmayışı da o döneme ait kast sistemine bir gönderme olmuş. Ayrıca, hiçbir şeyi sorgulamadan boyunduruk altında olması, yapması gerekeni, bekleneni yapması ve sonunda pes etmesi de güzel dile getirilmiş. Tabi o zeka dolu yaşamın sonunu okuyunca bu kadarcık mıydı dedim.


   Çok etkileyici bir kitap, yer yer sıkıldığımı düşündüğümde bile ne bir satır atlayabildim ne de kitabı elimden bırakabildim.


   İyi ki okumuşum.


Kitabın arka kapağında yazan yazar hakkındaki kısa bilgiyi anlatıyor aslında kitabın farkı; yazarın intiharla biten hayatı...

Alkolik bir konsolos, kahraman. Aslında alkolik olmasının sebepleri var; eşinin yakınları ile kendisini aldatması ve tüm bu ikiyüzlülük karşısında kendisini içkiye teslim etmesi. Çevresi konuşmak için ayık ol dediğinde, bu benim ayık halim demesi de ayrı bir kaçış sanırım.

İnsanların kendisini aldatması, küçük yaşta öksüz kalması, aitlik hissetmemesi (Kızılderililere katılma isteğini) ve hüküm süren savaşın içinde cehennemde hissetmesi ve sadece kendisini gerçek dürüst kişi görmesinden bahsediyor. Ayrıca sık sık cehenneme göndermelerde bulunuyor. Yaşadığı yerin zaten bir cehennem olduğu ve gidecek başka bir cehenneminde olamayacağından bahsediyor.

Karısıyla ile ilgili ilginç detaylardan da bahsediyor; (kendisi bir İngiliz olduğu halde sömürge olan) Hindistan’da doğması ve eşinin ise aynı enlemde bulunan Hawaii de bir adada doğması. Bu biri doğuda biri batıda birbirine oldukça uzak, aynı enlemde olan iki merkezin birleştiği yerin de, iki yanardağ arasında kalan bir şehirde evliliklerini kurtarma çalışmalarının (sadece Yvonne'nin uğraşı) da bu enleme denk gelmesinde ki tesadüfü! sorguluyor.
Fakat, yine de ne eşi kedisini adalı (kitapta Ada’da Yvonne’yi kabul etmedi yazıyor) ne de kendisi bir İngiliz ya da Hindistanlı hissetmeyip bu iki yanardağ arasında sıkıştıklarını ve cehennemi yaşadıklarını düşünüyorlar.

Okuması emek isteyen bir kitap bana göre, sık sık İspanyolca kelimeler çevirisiz şekilde kitapta başıboş dolaşması beni yordu.



   Peyami Safa’nın okuduğum en iyi romanı diyeceğim ama her kitabını okuyunca aynı cümleyi kuruyorum. Ama okuduğum en iyi kitaplardan birisi.

   Kitapta birçok kahraman var, hepsinin derin, detaylı karakter analizleri, yaşayışı, farklılıkları,… çok güzel irdelenmiş. Roman güzel bir kumpas ile başlıyor, olay örgüsünde ani değişiklikler insanı kitaba çekiyor ve elinden bırakması mümkün olmuyor.  Kitapta geçen her bir olayın içeriğinde, karakterlerin sığ görüşleri veya yalancı olmaları da çok farklı bakış açılarına kapı açmayı sağlıyor.

   Samim’in “Simeranya”sı ile kitap felsefi boyutlardan, basit gündelik olaylarla kayması çok başarılı. Özellikle, Samim’in ütopyasındaki eğitim sistemi de takdire şayan doğrusu. Ne yazık ki, kitabın 1951 de yayınlanmasına rağmen hala eğitim konusunda çıkmazımız güncelliğini koruyor. Kitapta zayıf bir karakter olan Aydın; (Zayıf yazıyorum çünkü kitapta çok kısa bahsedilmiş ve hastalığından bahsediyor, yalnız; kitapta hiçbir karakterin öylesine yazılmadığını çok güzel bir şekilde ispatlıyor) matematik imtihanı yüzünden çok ciddi çalışmakta ve bu yüzden ağır bir hastalık geçirmektedir. Dr benzer hastalığın yoğun ders çalışan çocuklarda çok sık görüldüğüne değiniyor. Samim de kendi Simeranyasında kurduğu eğitim sisteminden –hiçbir bölümün zorla okutulamayacağı, devam zorunluluğu olmadığı, istendiği takdirde başka mesleğe kayılabileceği ve en önemlisi asıl başarının matematik ile ölçülemeyeceğini- bahsediyor.

   Asıl karakterlere gelince; Mefharet ile Besim’in, yeğen-dayı ilişkisi hakkında çarpık görüşleri,–elalem ne der, ne düşünür- kızın anneye duyduğu öfke, intikam alma isteği, Aydın’ın matematik yüzünden hastalığı, eve giren aç adam tüm bunlar o dönemin –maalesef hala güncel kalan- toplumsal sorunları ve sığ görüşleri yansıtıyor. Tüm bu çarpık olaylar içinde yolunu kaybetmiş, iki farklı yaşam tarzında insanlar arasında kalan Meral ve filozof Samim arasındaki ilişki anlatılıyor. Samim’in engin bilgisi, gözlem yeteneği, Meral’i yorsa da yine kaçamıyor Samim’den. Kitapta bu ikilin yaş farkından bahsediyor, Meral’in gençliği, Paris hayranlığına karşı güvenli liman Samim. Tüm bu ikilem arasında yapayalnız Meral… “Kendi kendimden nefretimin çirkinleştirip çerçevelediği bir dünyada yalnızım” diye yazan notu ile vedası…

   Kitapta ne bir karakter ne de tek bir kelime fazlalık. Dili çok akıcı, beden dili tahlilleri ile aaa evet, öyle mi dedirtiyor insana. .Fikirlerle dolu dolu bir kitap...  Hegelden, denek farelere, inançtan materyalizme, aşktan mantığa, çaresizliğe ve tabi ki yalnızlığa…


9. HARİCİYE KOĞUŞU

Hasta psikolojisi, sevgi, aşk, hüsran… Her şey iç içe bu romanda.  Babasız büyüyen hasta bir çocuğun hastane ve Nüzhet’in evi arasında geçen günlerini derin psikolojik bir örgüyle anlatıyor.

   Birkaç kelimelik cümleler bu kadar mı derin, bu kadar mı manidar olabilir? “9. Hariciye Koğuşuna ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm” 

   İnce bir kitap,  kısa cümleler ve gayet yalın bir dil olmasına rağmen çok derin izler bırakabilecek bir kitap. İlerde bu altı çizili cümleler aklımızda olmayacak elbet, ama dili kullanmasına ve kitaplarının çok etkileyici olması kesinlikle unutulmayacağını düşünüyorum.  Peyami Safa hakkında yazmak/konuşmak çok boş hatta kurduğum her cümlede onu değersizleştirdiğimi düşünüyorum. Onun cümlelerini yazmak sanırım en iyisi…

   “”Öyle bir yaşta idim ve öyle bir mizaçta idim ve çocukluğumda o kadar az oyun oynamıştım ve aldatmasını o kadar az öğrenmiştim ki, yalan bana suçların en ağırı gibi geliyordu ve bir yalan söylendiği zaman insanların değil, eşyanın bile buna nasıl tahammül ettiğine şaşıyordum.  Yalan her şey isyan etmelidir. Eşya bile; Damlardan kiremitler uçmalıdır, ağaçlar köklerinden sökülüp havada bir saniye içinde toz duman olmalıdır, camlar kırılmalıdır, hatta yıldızlar düşüp gökyüzünde bin parçaya ayrılmalıdır filan… Zavallı mürâhik…”

   “Sofradaki münakaşanın çirkin bir çocuğu doğdu;Sükût. Ruhlar acılaşmıştı ve güzel bir mevzuya girilemiyordu”

   “Kendi kendime karşı çok borçlandım. Kendime vadettiğim şeyleri yapmazsam utancımdan aynaya bakamayacağım”

  
 
 
   Genç ve yakışıklı olan Dorian Gray’e hayran olan bir ressam tarafından resmedilmesiyle başlar kitap. Basil, onun  saflığını, güzelliğini ve ona beslediği korkunç hayranlığı resmederken kendinde de çok giz kattığına inanır ve bu portreyi bir başkasının görmesini istemez. Bunun sebebi ; hem Dorian’ı kıskanması hem de kendinden kattıklarını açığa vurma düşüncesi.

   Bunları paylaştığı arkadaşı Lord Henry, model ile tanışmak için daha çok sabırsızlanır ve bir şekilde tanışır. Bundan sonra da Dorian’ın tüm saflığının bozulmasına akıl hocalık yapacak kişi olur. Ahlaksızlığa düşkünlüğü ve bencilce yaşamı ile Dorian’ı eğitmeye başlar.

   Resim bittiğinde, Dorian kendi portresinin güzelliğini, hiç yaşlanmayacak ve çirkinleşmeyecek olmasını kıskanır. Yaşlananın kendisi değilde portresi olması için ruhunu şeytana satmaya bile razıdır. (Lord Hanry’nin de danışmanlığıyla) Onun için sanat güzelliktir ve bu uğurda yapılan her şey de mubahtır.

   Bu anlatılan somut  örneklem ile hayatı değişir. Lord Henry den ayrılmaz. Basil bu ilişkiye kıskanıp, tanıştırdığına pişmanlık duymaya başlar.  Çünkü artık Dorian küçük bir Lord Henry olmuştur. İnsanları bencilce sever, çıkarının bittiği yerde sevgiside biter, sevdiklerini ölüme sürüklemesi ile hiçbir rahatsızlık duymaz.  Yalnız yaptığı her günah, kötülükte aynasına bakmaktan korkar. Resmi giderek çirkinleşip sert bir ifadeye görünür. Kendisi ile yüzleşmekten korkup onu ortadan kaldırır. Vicdan ve hedonist/narsist arzularının diyalektiliği arasında sıkışan bir ruh gibi gözükse de, sonradan kendi aksini görmeye tahammül edemeyen ve bencilliğiyle kendi kendini yok eden bir ruha dönüşür.

   Kitapta sanat, estetik ve ahlak felsefesi çok güzel işlenmiş. Dili sade ve çok akıcıydı. Kitapta geçen konuşmalar ayrı bir fikir dünyası. Sanat, estetik, ahlak felsefine farklı açıdan bakışı ile insanı var olanın zıttından düşünmesini sağlıyor.

26 Temmuz 2013 Cuma



ATLAS VAZGEÇTİ

Toplam 3 seriden oluşan bir kitap. Birinci ciltte merak uyandırıcı, ikinci de akılda sorular bırakıcı, üçüncüde ise neyi ne için dediğine dair açıklamalar yapan bir kitap.
İlginç olan 3.ciltte, 1.ciltteki sorulara yer verirken (zaman ve sayfa sayısından dolayı okuması çok kısa süremese de) net bir şekilde hafızamda canlanması.
Yazacak o kadar çok şey var ki kitap hakkında, aslında o yüzden yazamıyorum. 1. ciltte ee kitap bitti işte mutlu son dediğim anda 2. de bireysel başarılardan rahatsız olan kodamanların, akılsız toplumu kullanarak onları baltalamaya çalışmasını çok güzel gözler önüne sermiş.

Ayn Rand yine aynı başkahramanlar oluşturmuş; bencil, güçlü, çok zeki, asosyal, bağımsız, kaygısız, kayıtsız, başarı odaklı, uykuya direnen tipler … Aslında hayatı hakkında birkaç şey okuyunca yazarın neye savaş verdiği çok rahat anlaşılır. Rusya da komünizmden kaçan ve Amerika ya sığınan biri olarak komünizm ve faşizme karşı çıkmış. Bunun yerine kitaplarında genel olarak; bireysel bencillik, bireycilik ve kapitalizme bol bol vurgular yapmıştır. Devlet varlığını sorgulamış ama tam bir anarşist olarak değil. Pasif devlet anlayışını benimsemiş. Rekabet, para, durdurulamayan bireysel yükselişe atıflarda bulunarak uygulanamayan kapitalizmi göreceksiniz kitapta.
Kitapta, üstü kapalı şekilde; komünizm, materyalizm, kapitalizm,.. nedir, ne değildir çok güzel değinmiş. Ancak bunu roman içinde verdiği için hiçbir an bile sıkmıyor.
Her kitabı gibi sağlam kurgulu, yaklaşık iki bin sayfa olmasına rağmen çok güzel planlanıp yazılmış.

Son olarak, kitabın ismi bu kadar güzel seçilemezdi sanırım. Kitabı başından itibaren okurken şu düşünceyi aklınızda tutun çünkü her an bu başlığı hissedecek mesajlar alacaksınız. “Atlasın bilindiği üzere, Yunan mitolojisinde dünyayı sırtında taşıdığına inanılırdı. Kitapta; Atlas= dünyadaki çok zeki, başarılı, kayıtsız tipler. Eğer Atlas yorulup (kitapta toplumun onları baltalamasından bahsediyor) taşımaktan vazgeçerse…”
“John Galt kim? ”

 

23.07.2013 10:19

25 Temmuz 2013 Perşembe


BARBARLARI BEKLERKEN



Nobel ödülü sahibi J. M. Coetzee, bu romanında hayalî bir imparatorlukta geçen olayları anlatıyor. Ancak, yazarın 1970ler Güney Afrikasına gönderme yaptığını seziyoruz. Geniş topraklara yayılmış bir imparatorluğun en ucundaki bölgede yaşayan Barbarlar, sözümona, ayaklanmak, imparatorluğu tehdit etmek üzeredirler. Onları bastırmak bahanesiyle merkezden gönderilen Albay ve emrindekiler, müthiş bir işkence ve kıyım başlatırlar. Bu olaylar, o bölgede görevli, yıllardır başkentin yüzünü görmemiş Sulh Yargıcının ağzından aktarılır. Barbarları Beklerken, ürkütücü bir zorbalığın öyküsünü dile getirmekle birlikte, öncelikle bir aşk, sevecenlik, bağışlama ve insancıl duygular romanı. Coetzee roman kişilerini, olayların geçtiği ortamı öylesine ustaca aktarıyor ki, karakterlerin hiçbiri karikatürleşmeden, iyi ve kötü yanlarıyla somutlaşıyor. Coetzee zorbalara da, onların kurbanlarına da aynı insancıl tavır içinde yaklaşıyor. Barbarları Beklerkeni okurken, bir yandan az gelişmiş ülkelerde yıllardır oynanan siyasal oyunları izleyecek, öte yandan alışılmadık ama gerçek, sarsıcı bir aşka tanık olacaksınız. (Tanıtım Yazısından)
Barbarları Beklerken!
Kitabı az önce bitirdim, kitap hakkında düşüncelerim uçuşmadan yakalayıp bir şeyler karalamayı umuyorum.  Her kitabı okuduktan sonra mutlaka başlık hakkında tekrar düşünürüm. Kitapla uyum yakalayabilmiş diye.  Bu konuda çok başarılı buldum çünkü “Barbarları Beklerken! “ derken kimin barbar kimin ise beklendiği ironisi çok güzel verilmiş.
İçeriğe gelince, “Barbar” olarak adlandırılan insanları yerinden etme ve o  insanlara karşı verilen mücadele(işin ironi kısmı), yapılan eziyet, işkence… Ama bu işkence okurken içiniz el vermeyecek şekilde detaylara girmeden anlatılmış. (Aksi halde okumakta çok güçlük çekerdim.) Karakterimiz  hakim olmasından kaynaklanan, kimin barbarlık yaptığı sorunsalına karşı boşa verilen mücadeleyi irdeliyor. Bu arada kaçırılan ve damgalanan bir kızın kahramanla (Hakim) aralarında tam olarak kurulamayan ilişkisine de değiniliyor (sevgili-baba rolü muamması ) Bu kısımda beni etkileyen; gerçeği gören kişinin kendi toplumu tarafından dışlanması (buraya kadar normal, alışık olduğumuz sahne) ve gerçekleri sesli söyleyen kişiye işkence de yapılıp  ardından serbestte bırakılsa, gideceği hiçbir yerinin olmaması. Hadi git! Dendiğinde bile yine yanlış yaptığını bildiği topluma karışma çabası. “Hiçbir insan yalnız yaşamak içi yaratılmamış” geçiyor bu bölümlerin birinde.
Günlük tarzında, birinci ağızdan yazılmış ayrıca çok akıcı, göz kalabalığı yapmayan kelimeler ile bir çırpıda okunabilecek bir kitap.
Tavsiye eder miyim? Evet
25/07/13
Ankara